İnsanlığın varoluşundan itibaren kavimler içinde, aşiretler arasında, milletler bünyesinde kadının bir yeri olmuştur. Sosyolojik olarak milletler arasında kadın ve kadın hakları farklılık görülse de din temelli ayrıcalık ve farklılıklar da söz konusudur.

Hâlâ birçok ülkede kadınlar ekonomik, sosyal ve hukukî alanlarda haklarını elde edememişlerdir. Afrika’nın ücra köşelerinde kadınlar insan olduklarının bile farkında değildirler.

Türk kadını

En zor konu budur işte… Türk kadınını anlatmak sözle olmaz. Kadın anamızdır, yeri gelir eşimizdir, sevgilimizdir, iş ortağımız veya çalışma arkadaşımızdır. Yuvayı yapan dişi kuştur, denir kadın için… İşte bu ahengi sağlayan şefkat meleğidir kadın. Aile mutluluğunda en büyük payın sahibi ve hepimizin ilk öğretmenidir ve dolayısıyla hepimiz annemizden öğrenmişizdir dilimizi.

Türk kadınını anlamak için İnebolu’yu ve İstiklâl Yolu’nu, Erzurum’un Aziziye tabyalarını, Nene Hatun’u, Gülizar ve Name Kadın’ı, Antep’in eski mahallelerini, kocasını Balkan Harbi’nde kocasını kaybeden ve Sakarya Savaşı’nda yaralanıp iyileştikten sonra tekrar müfrezesinin başına dönen Ayşe Hanım’ı, Maraş’ın mücahit kadınlarını, Kastamonu’nun yetiştirdiği Millî Mücadele kahramanlarından Halime Çavuş’u, Şerife Bacı’yı, Gördesli Makbule’yi, Gaziantepli Yirik Fatma’yı, Adanalı Tayyar Rahmiye Hanım’ı  hatırlamak, hayatlarını incelemek gerekir.

İstiklâl Savaşı yıllarında kahraman kadınlarımız

Aslen İzmirli olan ancak 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgali üzerine Balıkesir’de çete teşkilâtına katılan Mustafa Necati, 13 Eylül 1921 Sakarya Zaferi’nden 30 Ağustos 1922 Zaferi’nin hemen öncesine kadar İstiklâl Mahkemesi Reisi olarak Kastamonu’da bulunmuştur. Anadolu köylerinde rastladıklarını şöyle anlatıyor Mustafa Necati:

    “… Uzun ve gölgesiz yollardan kesintisiz bir alkışla harp meydanlarına giden yollarda zayıf öküzlerin çektikleri cephane yüklü arabalar ve bunların başlarında yanık yüzlü, çıplak ayaklı kadınlar, ihtiyarlar ve hatta çocuklar… Çok defa yolun kenarına çekilir, onların geçişini gözlerim yaşararak seyreder, kağnıların gıcırtılarını ilâhî bir musiki gibi dinlerdim…”    

    Yiğitlikle dolu bir başka sahneyi anlatırken de şunları söylüyor Mustafa Necati; “… Biz soğuktan titrerken tek yorganını da arabaya örten bir ninenin çıplak ayaklarla karları çiğnediğini görünce merhamet duygularım kabardı. Arkasına sardığı peştemalın içindeki ara sıra hıçkıran çocuğun üzerine niçin atmadığını sordum.”

    —Üşümez misin sen? Bak çocuk donacak, yorganı örtsene!

    —Kar sepeliyor. Millet malıdır, nem kapmasın evladım, dedi. Yorganın uçlarını iyice serdi. O zaman anladım ki, cephaneyi ıslatmamak için bu fedakârlığı yapıyor. Tabii ki sonra da merhametimden utandım.

Cumhuriyetle birlikte

    Ülkemizde Cumhuriyet’e geçişle birlikte yeni haklara kavuşmuş olsa da kadın, hâlâ “çile sembolü”dür. Atatürk’ün kadınlar için sağladığı haklara rağmen kanun ve kural sapması, yobaz algısı ve töre baskısı gibi sebeplerle kadınlarımız, toplum hayatında tam olarak yer edinememiştir. 

    Basından izliyoruz, her gün hayatını kaybeden, eşinden dayak yiyen, maganda ve meczup saldırısına uğrayan nice kadının başına gelenleri… Bu olgular “kadının yazgısı” haline gelmiştir ülkemizde.

Toplum hayatındaki yeri

    Örtünmesine ailesi, doğum ve kürtajına politikacılar, yaşam hakkına doğuştan mutsuz kocalar (!) karar verir Türk kadını için, verdiği mücadelede ve sesini duyurmakta yetersiz kalır. 

    Kadın ve kadın hakları konusuna dinimiz geniş yer vermesine, din adamlarımız dini esasları anlatıyor olmasına rağmen bizlerin duyarsız kaldığı aşikârdır. Veriler, sadece belirli sayıdaki kadınımızın ekonomi, eğitim ve idare alanlarında öne çıktığını gösterse de büyük çoğunluğun hukukî varlığı kâğıt üzerinde kalmaktadır.

Sanat etkinlikleriyle anlatım 

    Sanatçılarımızın, müzik ve sanatın her dalında eserler ortaya koyarak “8 Mart Dünya Kadınlar Günü”nün anlamını göze ve kulağa hitap ederek vurgulamaları, geçen yıllarda düzenledikleri gibi sergi ve standlarda dünya kadınlarının pek de yabancısı olmadığımız acılı yüz ifadelerini, bahtsızlık ve çaresizliklerini gözler önüne sermeleri alkışlanacak çabalardır.

    Birçok yerde günün anlam ve önemini ortaya koyabilecek konserler ve sunumlar tertiplenerek, çeşitli yönleriyle kadın olgusu ele alınabilir. 

    TBMM gibi yüce bir mevkide konuşmaların yapılacak olması, ülkemizi yurt dışında temsil edebilme onuruna erişen, iş ve ticaret hayatında öne çıkmış kadınlarımızın girişimlerinin dile getirilmesi gurur duymamıza vesile teşkil edecektir. 

    Bu konuşma ve etkinlikler bir güne sığdırılacak, ondan sonra hayatına son verilen ve unutulan kadınlara ilâveler devam edecektir. Neredeyse her gün görmekte olduğumuz “kadına şiddet” olayı, yetersiz yaptırım gücü nedeniyle dün olduğu gibi bundan sonra da yeni failler yaratacaktır. 

Ülkemizin idari yapısında en küçük yerleşim mahallelerdir. En güzel eğitim buralarda verilecekken mahalle baskısı bu eğitimin önüne geçmiştir. Muhtarlıklar, kaymakamlıklarla temasa geçerek mahallelerde kurduracakları çadırlara birer gün süreyle psikolog, sigara, alkol ve uyuşturucuya karşı savaş verenlerden bir temsilci, bir sanatçı ve o mahalledeki en uzun süreli evli çifti davet ederek bire bir konuşma yapmalarını ve anlatımlarla halkın aydınlatılmasını sağlayabilirler.

Kadınlarımızı senede bir gün de olsa hatırlamak yeter mi? Elbette yetmez. Bırakın hatırlamayı, hayat haklarını ellerinden almayalım yeter… Bütün bu olumsuzlukların yok edileceği umudumu koruyarak yüce hasletlere sahip kadınlarımızın “8 Mart Dünya Kadınlar Günü”nü kutluyorum.